Security Studies
Tarih okuyanların en büyük sıkıntılarından birisi de sürekli okumaları gerektiğidir. Düşünsenize önünüzde insanlığın ürettiği dev bir külliyat sizi beklemektedir. Bir yandan da kendinizi şanslı saymanız gerek çünkü dünya tarihinin şu aşamasında değil de 1000-2000 yıl sonrasındaki bir noktada olsaydık işimiz daha da zor olurdu. Özellikle yakın tarihi okumanın başka zorlukları da vardır. Çünkü bir yandan yaşadığınız ve medyadan takip ettiğiniz sürecin tarihselleşmesine tanık olursunuz. Diğer yandan da bu tarihselleşmenin dönüm noktalarını belirlemenin zorluğu bir tarihçi olarak önünüzde durmaktadır.

Tarihçi değilim ama insanoğlunun ürettiklerini tarihsel bir çerçeve içinde okumaya ve değerlendirmeye çok meraklı olduğumu söyleyebilirim. Öyle ki bu tarihselleşmenin ve tarihi yazan aktörlerin söylemleri üzerinden yürüyen bir birikimin her yönden değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Sağlıklı düşünen bireyler için bunun bir şart olduğunu da belirtmeme gerek yok sanırım. Girizgahı fazla uzatmadan soğuk savaş sonrası dönemle ilgili bir kaç kelam etmek istiyorum. Soğuk savaşı devletlerin "savaşmaya cesaret edemedikleri bir dönem" olarak nitelemek sanırım yanlış olmaz. Nükleer bir dehşet dengesinin olduğu ve devletlerin bütün hareketlerinde bu dengeye göre hareket ettikleri, bir anlamda "konforlu" bir süreçten bahsedebiliriz. Bu konforlu süreç 90'lı yılların küreselleştiği o kritik aşamada ciddi bir kırılma ile uluslararası sistemi de büyük bir dönüşüme uğratmıştır.

Ahmet Davutoğlu'nun "Uzun Ateşkesler Dönemi" dediği süreç soğuk savaşın bitimi ile başlamıştır. 11 Eylül'e kadar geçen süreç aslında Sovyetlerin yıkılması ile beraber ortaya çıkan tek kutuplu dünya düzeninin etrafa saçtığı sorunları öteleme ve erteleme dönemi olmuştur. Bu dönemin en çok tartışılan konularından birisi özgürlük olarak ortaya çıkmış ve kimliklerin her yönüyle hezeyanları dört bir yanı sarmıştır. Bu durum gerek Balkanlar gerek Ortadoğu'da hissedilmiş kimliksel sorunların ortaya çıkmasıyla beraber yeni güvenlik sorunları da beraberinde zuhur etmiştir diyebiliriz.

Tabi burada uzun ateşkesler döneminin 11 Eylül'de yaşanan hadise ile bittiğini söylemek yanlış olmayacaktır. 11 Eylül ile beraber dünya yeni bir radikalizm ile tanışacak (aslında bu radikalizm soğuk savaşın son döneminde afganistan'da ortaya çıkmış ama görmezden gelinmiştir!) bu radikal hareketler etkileri günümüze kadar sürecek olan bir ateşin ilk kıvılcımını yakmış olacaktır. 11 Eylül ile beraber bütün dünyanın en büyük tartışma konusu özgürlükten güvenliğe kaymıştır. Güvenliğin bu kadar temel bir sorunsal haline gelmesi ile beraber küresel güçler farklı arayışlara girmişler ve dünyanın farklı bir çok bölgesine askeri müdahalelerde bulunarak "radikalizm" sorununu içinden çıkılmaz bir noktaya sürüklemişlerdir.

Küreselleşmenin en önemli paradoksu da bu sanırım. Küreselleşme, bilginin ve demokrasinin yayılmasını sağlamakla birlikte aynı zamanda terör ve şiddet hareketlerinin de küreselleşmesini sağlamıştır. El kaide gibi cihadı tüm dünyaya yaymaya çabalayan bir hareketin karşısına soğuk savaş döneminin araçları ile çıkmak hata olacaktır. Bu biraz da medeniyetler çatışması tezinin "din"e indirgenmesinden kaynaklanmaktadır. Soğuk savaş dönemine bakalım; o zaman karşıtlıklar din üzerinden değil ideolojiler üzerinden tanımlanmaktaydı. Oysa Huntington ile beraber bu karşıtlıklar "din" üzerinden tanımlanmaya başlamıştır. Bugün Ortadoğu'da gelinen noktada ise medeniyetler çatışmasından mezhepler çatışmasına derin bir fay hattının harekete geçtiğini söyleyebiliriz. Güvenlik kavramı soğuk savaşın ardından giderek derinleşmiş ve genişlemiştir. Devletlerin güvenliğinden bireyin güvenliğine giden çizgide şimdi de mezheplerin güvenlik sorunları karşımızda durmaktadır. El-Kaide'nin küresel cihad anlayışının yersiz yurtsuz bir ontolojik anlayıştan bugün IŞİD'in cisimleşmiş ve devletleşmiş düzeyine çıkışı bu hareketlerin bir dönüşüm yaşadığını ve sertliğin dozunun da giderek tırmandığını göstermektedir.

Peki bu uzun ateşkesler döneminin sonunda başlayan çatışmalar ne zaman yeniden ateşkese evrilecektir. Uluslararası sistemin güvenlik ve özgürlük bağlamında bir denge arayışında olduğu şu günlerde toplumlar hangi parametreler üzerinden bir uzlaşma zemini inşa edebilecektir? Bu sorunun cevabı giderek hayati derecede önem kazanmaya başlamıştır.