Dünya eski 'anlatıların' çöküp yerine yenilerinin inşa edil(e)mediği belirsiz bir sürece girdi. Gramsci'nin interregnum (hükümdarsız dönem) dediği kür
Dünya eski 'anlatıların' çöküp yerine yenilerinin inşa edil(e)mediği belirsiz bir sürece girdi. Gramsci'nin interregnum (hükümdarsız dönem) dediği küresel bir fetret devrindeyiz.
Kitlelerin siyasal olana
yabancılaştığı ve küresel düzenin hoyrat bir şekilde parçalandığı sismik bir dönem.
Bu sismik dönemde jeopolitik saikler daha akışkan hale gelirken güvenlik alanında
yaşanan ve insicamı bozan belirsizliklerin giderek artacağını ve bu çerçevede ciddi kırılmalar meydana
geleceğini söylemek mümkün.
Zaten halihazırda Ukrayna krizi ile
böyle bir sürecin galebe çaldığını ve giderek yayıldığını söyleyebiliriz.
Hem ülkeler nezdinde hem de ülkeler
arası ilişkilerde değişim ve dönüşüme yönelik ciddi bir jeopolitik basıncın ortaya
çıktığı görülüyor. Bu basınç, tarihin
istikametini nasıl değiştirir? Uluslararası sistem, ülkelerin “taraf tutmaya zorlandıkları” yeni bir soğuk savaş sürecine mi itiliyor? Bu sorulara kapsayıcı cevaplar vermek için
henüz erken.
Bir önceki soğuk savaşın hemen
bitiminde, rüştünü ispat ettiği zannı ile hareket eden ve belli ölçülerde hüsn-i kabul gören liberal anlatı artık
sistemi total çerçevede tatmin/ikna edecek bir model üretemiyor.
Sosyal ve ekonomik bağlamda
derinleşen organik kriz bilim ve teknolojide
yaşanan gelişmeler ile asimetrik bir bükülme yaratırken söz konusu asimetri ülkeleri sistemik
kabullerden uzaklaştırmaya ve kendi yollarını çizmeye itiyor.
Tarih, doğrusal bir hat
üzerinde cereyan etmiyor. Tarihin istikameti konusunda söylenebilecek tek şey kaotik
bir belirsizlik. Olaylar ile cisimleşen tarihsel dizilimin gerisinde yatan ilkeleri, güdüleri ve kaynakları idrak etmek için İbni Haldun'un Kitab'ül İbar'ında geçen "ibar" gibi hariçten dahile doğru giden tefekkür gerekiyor.
Bu belirsizliğin aşılması ya da
tarihin radikal bir anafora kapılmasını önlemek ise insanoğlunun ortak çabasına
bağlı. Tüm insanlığı kapsayacak ve kabullenilecek yeni bir büyük anlatı
çabasına. Daha doğrusu çeşitli olasılıkları içinde barındırma kapasitesi olan yeni bir müesses nizam anlatısına.
İşte bütün bu hengamenin ortasında dünya düzeninin gidişatını tartışma çabaları da büyük bir önem kazanıyor.
Küresel bir düzensizliğin eşiğindeyiz. Bunu basit bir biçimde hegemonsuz bir dönem (interregnum) olarak tanımlamak mümkün. Tabi bu noktada öncelikle “hegemonya” dediğimiz şeyin küresel düzen çerçevesinde bir tercih mi, zorunluluk mu ya da sistemik anarşinin değiştirilemez bir gerçeklik mi olup/olmadığını tartışmak gerekiyor.
Bu tartışma çeşitli teorilerin muhkem mevkilerine saldırmaktan ziyade teorinin ötesine geçen ve onun gerçeklik ile olan ilişkisine daha doğrusu "pratiklerle" olan bağlantısına vurgu yapmayı öncelemeli diye düşünüyorum. Çünkü dünyayı idrak etme yolunda gösterdiğimiz çaba tarihsel olarak koşullanmış bir haldedir. Dolayısı ile rasyonel açıdan uygulanabilir olanı bulma arayışının istikbali aynı zamanda içinden geçtiğimiz gerçekliği anlamamıza bağlı.
Hegemonya kavramının küresel çerçevede nasıl kavramsallaştırıldığı özellikle rasyonel zeminde izaha muhtaç bir durum.
Ülkelerin maddi, kurumsal ve fikri yapılarının genişleyerek dışarı yayılması
sonucunda oluşan küresel hegemonya, genellikle dünya savaşı gibi büyük kırılmalar
sonrasında tahkim ediliyor.
Hegemonya hangi ölçekte olursa olsun
kendisini maddi, söylemsel, kurumsal ve belirsiz pratiklerin bir karışımıyla inşa
edip sürdürüyor. Daha sonra da tabi olanların kabulune mazhar bir biçimde "zorlayıcı" güç ile beraber meşruiyet yaratmaya çabalıyor.
Hatta Gilpin’in deyimi ile küresel bir hegemon aynı zamanda ulusal
güvenliğin bir garantörü ve çevresel istikrarı sağlayıcı bir işleve sahip olarak
algılanıyor. Hegemonik istikrar teorisi çerçevesinde düşünürsek hegemonik
olmayan sistemlerin 'doğal olarak
istikrarsız' olduklarını ve bu nedenle küresel istikrarın, söz konusu küresel
hegemonyanın mevcut düzeni istikrarlı hale getirme kapasitesine bağlı olduğunu
öne sürebiliriz.
En azından tarihsel deneyimler bize
böyle söylüyor. Buradan yola çıkarak hegemonya açısından tarihsel koşullara bir göz atabiliriz.
ABD, 2.Dünya Savaşı sonrasında
seferber ettiği maddi kaynakları ile savaşın kaderinde önemli bir rol oynadı. Daha
sonra kurumsal yapılar inşa ederek süreci tamamlamaya çalıştı. Ancak daha da
önemlisi fikri alanda küresel çerçevede kurulan “hegemonik politik/kültürel ve ekonomik” yapı sürecin işlemesinde
büyük rol oynadı.
Zaten hegemonyanın inşasından çok “sürdürülebilmesi” önemli. Burada hegemonyanın
inşasından ziyade bunun “kabul görmesi”
ve söz konusu hegemonyanın boyunduruğu altında olanların/zorunda kalanların meşrebine uygun olması gerekiyor.
Hegemonya artık sadece maddi, kurumsal
ve fikri alanda cereyan etmiyor. Bugün askeri ya da ekonomik güç, hegemonya
inşa etme ve sürdürebilme hususunda temel unsur değil. BM ve NATO gibi
örgütlerin içine girdikleri buhranlardan “kurumsal
yapılanma”nın da eskisi gibi tahkim edici olmadığı görülüyor.
Fikri alanda inşa edilen ‘hegemonik değerler’ ise tamamen
parçalanmış durumda. Batı nezdinde üretilen ve küresel ölçekte uygulanan
değerler sistemi sistemin kenarına itilmiş kahir ekseriyetin onayını alamıyor. Söz konusu hegemonik düzenin uzun zamandır böyle bir onay arayışında olduğu da şüpheli.
Bugün içinden geçtiğimiz kaotik
dünya düzeni, çözülemeyen bu yapısal çelişkilerin bir sonucu olarak öne
çıkıyor. Maddi gücün odağı devletten sermayeye doğru akıyor. Bu durum kamu gücü
ile sermaye arasında bir asimetri yaratırken ekonomik ve sosyal yeni çatışma
hatlarını tetikliyor. Fakat yine de hegemonik inşa çerçevesinde en belirleyici
unsurun hala “devletler” olduğunu da unutmamak gerekiyor.
ABD’nin 1945 sonrasında kurduğu
düzen belirli ölçülerde stabil bir yapı üretirken zamanla aşınmaya başladı ve
özellikle Soğuk Savaş’ın hemen akabinde Rusya ve Çin’in sistemin sürdürülebilirliği
konusundaki rahatsızlıkları yüzeye çıkmaya başladı. İki devletin son zamanlarda ortaklaşa bir mukabeleye teşne olması var olan rahatsızlıkları büyüttü.
Bu rahatsızlığı hem tarihsel hem de
jeopolitik bir yapı içinde okumak mümkün. Maddi alanda genişleyen ve yükselişe
geçen Çin’in yanına Rusya’yı da alarak dillendirdiği alternatif dünya düzeni
söylemi bu çerçevede önemli bir bulgu.
Tabi burada öne çıkan bir paradoksu
da görmek gerekli. Alternatif bir dünya düzeni öneren Çin ve Rusya yine sistem
içerisinde hareket eden ve maddi, söylemsel ve kurumsal birikimlerini mevcut
sistem içerisinde devam ettiren güçler. Aslında bu güçlerin dünya düzenine yönelik değerlendirmeleri bir noktada akla Hegel'in Aufhebung kavramını getiriyor. Yani geçmişin reddedildiği ancak doğmakta olan yeni aşama içerisinde "korunduğu" bir süreç.
Bilinen bir dönemden bilinmeyene geçiş belki bugün içinden geçtiğimiz süreci ifade eden en iyi tümce. Küresel hegemonya da böyle "post" bir sürece doğru evriliyor. Bu noktada mevcut düzene muhalif unsurların alternatif öneriler getirmesi normal karşılanabilir ama bunun "uygulanabilirliği" ve rasyonel olan ile ilişkisi asıl meseleyi oluşturuyor.
Burada Çin ve Rusya tarafından alternatif olarak gündeme
getirilen şeyin “çoklu bir hegemonya”
önermesi olduğunu iddia edebiliriz.
Yani mevcut hegemonik çerçevenin devamı ile beraber çoklu bir güç konfigürasyonu eşliğinde Çin ile Rusya gibi ülkelerin de sistemik söz söyleme hakkının onanması talep ediliyor. O zaman karşımıza bölgesel ve yerel hegemonyaların oluşturduğu karmaşık ancak sürdürülebilir kırılgan bir küresel hegemonya örüntüsü çıkıyor.
Bu hipotetik tahayyül aynı zamanda yeni dünya düzeni önermesine onay verecek kenardaki ülkelerin içine yuvarlandıkları bir prekarizasyon (güvencesizleşme) sürecine de işaret ediyor.
Bu tahayyül içerisinde örneğin bölgesel, yerel ya da küresel hegemonyaya
tabi olan diğerlerinin merkezi güçle ilişkileri hangi rasyonel çıkarlar
üzerinden yapılanacak?
Bu önemli bir soru.
Örneğin Çin’in Afrika kıtasında
karşılıklı kalkınma ile mobilize edilen hegemonik nüfuzunda merkezi çıkarlar
ile bölge ülkelerinin çıkarları nasıl bir rasyonel düzlem üzerinde tahkim
ediliyor?
Çin muhtemelen tüm bölgeler ölçeğinde
kendi çıkarları ile bölge ülkelerinin çıkarlarını uyumlulaştırmaya çalışarak
çoklu bir hegemonik yapının inkişafını sağlamaya çalışıyor.
Sonuç olarak tüm bu olasılıkların
ışığında küresel yönetişimin yeniden tanımlanması elzem. Cox'un dediği gibi kuram gerçekliği takip eder ama onu önceler ve aynı zamanda şekillendirir. Dolayısı ile dünya düzenine yönelik tasavvur edilecek yeni önermelerin bu uygulanabilir gerçeklik zemininden ayrılmaması gerekiyor.
Teorik çerçeveye saplanan entelektüel temayülün bu noktada meta-teorik bir eğilime ve pratiklerin daha derli toplu bir tefekkür sonucunda tasavvur edilen/edilecek olana nüfuz etmesine cevaz veren bir yolu takip etmesi mantıklı gibi görünüyor.
1945 sonrasında neşet etmiş mevcut müesses nizamın lağvedilmesine yönelik muhalif eğilimin son zamanlarda daha fazla kabarması toplumsal ve siyasal yapıların yoğun şekilde çözülmesine ve bunun dünya düzenine olan etkisine yorulabilir.
Bu bağlamda Çin ve Rusya, alternatif düzen önerileri
ve mevcut düzene karşı stratejik çabalarını tahkim edip “ittifak” yolunda ilerlerken ABD öncülüğünde senkronize olmaya
çalışan Batı, hegemonik bir restorasyon peşinde. Bu restorasyon fikrinin
özellikle Ukrayna krizi ile beraber acilci bir aşamaya geçtiği ve mobilize
olduğunu söylemek mümkün.
Küresel güçlerin hegemonya konusunda
içine düştükleri bu açmazda artık kimsenin ideal bir küresel yönetişim talebi hemen hemen yok. Uluslararası toplumun ideal bir küresel hegemon ya da çoklu
bir hegemonik yapıdan ziyade var olan durumun daha da kötüye gitmemesi, en
azından “idare edilebilir bir dünya düzeninin” inşa edilmesinden başka bir beklentisi kalmamış durumda.
Yazının başında belirttiğim gibi büyük
anlatılar çöküyor. Bu minvalde güç ilişkileri değişiyor ve küresel hegemonik
düzeni destekleyen hiyerarşik yapı sorgulanıyor. Bu bağlamda dünya düzeninin hegemonik örüntü içerisinde yeniden tahayyül edilmesi büyük önem kazanıyor. Bu tahayyül çabasına
teorik bir derinlik kazandırmak ve pratik ile arasında büyüyen “çatlağı” kapatmak ayrıca önemli. Öte yandan Braudel'in üzerinde durduğu longue duree kavramında olduğu gibi uzun dönemli tarihsel yapılara öncelik veren bir yaklaşımı da korumak gerekiyor.
Bugün ABD ve Çin arasında cereyan eden
ticaret/diplomasi/teknoloji savaşını küresel bir hegemonya mücadelesi şeklinde
okuyabiliriz. Söz konusu mücadele alternatif yeni bir dünya düzeni ya da mevcut
dünya düzeninin restorasyonu gibi olasılıkları içeriyor. Ya da belki ABD ve Çin’in
beraber var oldukları “çoklu bir
hegemonik konfigürasyon” modeline geçişi de tetikleyebilir. Farklı hegemonik unsurların makro seviyede nasıl bir araya gelebileceği ve bu ihtimalden küresel bir kollektivizm'in ortaya çıkıp çıkmayacağı bir başka önemli soru.
Ancak şu ana kadar ortaya çıkan bulgular karşıt blokların belirmeye başladığını yeni bir soğuk savaş konseptine doğru geçildiğini gösteriyor. Bölgesel krizlerle derinleşen bu küresel fetret devrinin ne kadar süreceği ve bu açmazın içerisinden nasıl çıkılacağı belirsizliğini korurken teorik çerçevede geliştirilecek ayrıntılı tahayyüller ve insanlığın ortak çabası, küresel yönetişimin geleceğinde önemli bir yere sahip olacak.
Dr.Hüseyin Korkmaz.
Yazar, başta ABD-Çin ilişkileri olmak üzere Çin ve Asya Jeopolitiği üzerine odaklanan bir araştırmacıdır.
YORUMLAR